Giriş yap
En son konular
Kimler hatta?
Toplam 42 kullanıcı online :: 0 Kayıtlı, 0 Gizli ve 42 Misafir :: 1 Arama motorlarıYok
Sitede bugüne kadar en çok 288 kişi Ptsi Ekim 14, 2024 5:18 pm tarihinde online oldu.
REKLAM ALANI
Kasım 2024
Ptsi | Salı | Çarş. | Perş. | Cuma | C.tesi | Paz |
---|---|---|---|---|---|---|
1 | 2 | 3 | ||||
4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10 |
11 | 12 | 13 | 14 | 15 | 16 | 17 |
18 | 19 | 20 | 21 | 22 | 23 | 24 |
25 | 26 | 27 | 28 | 29 | 30 |
Istatistikler
Toplam 11 kayıtlı kullanıcımız varSon kaydolan kullanıcımız: Baharx
Kullanıcılarımız toplam 1431 mesaj attılar bunda 1311 konu
İmparatorluk Dilleri
e-GENC :: DERSLER :: TÜRKÇE-EDEBİYAT
1 sayfadaki 1 sayfası
İmparatorluk Dilleri
Bu saydığımız vasıflara, şüphesiz bâzı mühim farklarla uygun imparatorluk dilleri, denilebilir ki Lâtince, Arapça, İngilizce ve Türkçe'dir.
Meselâ yakın asırlara kadar, Lâtince'yi özdil sananlar vardı. Fakat dil, târih ve edebiyat târihi araştırmaları meydana koydu ki Lâtince özdil değildir. Bu lisânın kelimelerinin yüzde ellisi Yunanca'dan alınmıştır. Geri kalan kelimelerin de mühim bir kısmı, değişik ölçülerde, Lâtince'ye başka dillerden girmiştir.
Fakat her büyük dil gibi, Lâtince'nin de sesi ve mîmârîsi millîdir. Bu kadîm [eski] dilin o kadar sağlam ve yeni kelimelere kaynak olabilme kudretinde bir yapısı vardır ki bugün hâlâ Avrupa dilleri, istisnasız olarak, başta tıb, eczacılık, biyoloji, astroloji, fizik, kimya ilimleri olmak üzere, birçok ilimlerin ve birçok îcadların en yeni, modern terimlerini ve adlarını Lâtince köklerden yapmaktadırlar.
İkinci imparatorluk dili Arapça'dır. Arapça, kelime sayısı bakımından, en zengin dillerden biri, belki de birincisidir. Fakat bu dilde başka dillerden alınma kelimelerin sayısı büyük bir yekûn tutar. Arapça, başta İbrânî olmak üzere, Yunanca'dan, Lâtince'den, Sanskritçe ve Farsça'dan ve daha birçok dillerden kelime almış, büyük dildir. Araplar, başka dillerden Arapçalaşmış kelimelere mu'arreb derler, fakat bu kelimelere, hangi dilden gelirse gelsin, kendi dillerinin damgasını vurmakta büyük ustalık gösterirler.
Arapça'da, Arap coğrafyasından doğma bir âhenk sistemi olan arûz veznindeki tef'ilelerin de esâsını teşkil eden fe, ayın, lâm harflerinin diğer harflerle ve kısa uzun seslerle birleşmelerinden meydana gelmiş bâbları; birtakım ses ve kelime kalıpları, hattâ bir nevî mânâ kalıpları vardır. Yabancı kelimeler bu seslere ve bu kalıplara dökülünce; döküldüğü kabın şeklini alan su gibi, Arap dilinin âhengine ve şekillerine bürünürler; bu kalıplara göre mânâlar alır ve Arapça olurlar.
Arapça'nın, Yunanca'dan alınma philosophia ve philosophos kelimelerinden felsefe ve feylesof gibi, tefelsüf ve felâsefe gibi; yine Yunanca sophia kelimesinden, sûfî, tasavvuf, mutasavvıf gibi kelimeler yapması böyledir. Fârisî'den alınan endâze kelimesinin Arap dili bünyesinde hendese âhengine girmesi ve bundan meselâ hendesî, mühendis gibi, Türkçe'ye de girmiş kelimeler doğması, böyle bir hâdisedir.
Arapça'nın, daha Milâdın VII. asrında Kur'an lisânı gibi muhteşem bir ifâde kudretine ve yüksek müzikaliteye sahip, ilâhî bir dil olması; başka dillerden alabildiğine faydalanmış, fakat aldığı her kelimeyi, ebekuşağı altından geçirmişçesine, Arapça'nın gramerine ve fonetiğine adapte ederek Arapçalaştırmış olmasının tabîî zaferlerindendir.
İslâm medeniyeti, bu dili geliştiren ve medeniyetin gelişmesinde dilinin zenginliğinden ve güzelliğinden şiddetle istifâde eden bir millet tarafından kurulmuştur. Aynı millet, kısa zamanda büyük bir imparatorluk vücûda getirilişini, birçok da, dilinin daha ilk anda bir imparatorluk lisânı olmaya şiddetle elverişli fonetik ve morfolojik imkânlarına borçludur.
*
Üçüncü imparatorluk dili İngilizce'dir. İngilizce, daha modern bir lisan olarak, imparatorluk dili olmanın bütün hazzını ve gururunu yudum yudum tadabilmiş lisandır. İngilizlerin: "Bahtiyardır o İngilizce ki onda her dilden kelime vardır" deyişlerindeki müstesnâ ilerilik, bu şuurlu imparatorluk dili anlayışının bir ifâdesidir. Bu, o demektir ki: İngiliz dili, şu son asırlarda, dünyanın beş kıtası üzerinde lisânî bir hâkimiyet kurmuştur; bu dili meydana getiren millet, o beş kıt'aya söz geçirmiş, bu arada kıt'aların beşinden de kelime derleyerek, insanlık târihine dünyanın en zengin, en renkli ve en medenî dillerinden birini kazandırmıştır.
Daha birkaç yıl evvel, Uzak Doğu, Kore ve Japon dillerinden İngilizce'ye yeniden binlerce kelime alınması ve bu kelimelere, İngiliz tâbiiyyetine kabullerinin nüfus kâğıdı verilmesi, aynı ileri anlayışın yepyeni bir tecellîsidir.
İngilizce de, tıpkı Arapça gibi, başka dillerden aldığı kelimeleri, hususî bir söyleyişle, yani bu kelimelere İngilizce'nin sesini vererek millîleştirir.
Bu dilde, bugün, hâlâ yüzde yetmişbeş nisbetinde Lâtince ve Fransızca kelime vardır. Fakat bu kelimelerde öyle bir ses değişikliği yapılmış ve kelimeler öylesine İngilizce olmuştur ki, bunlar, bir milletin kelimelere millî bir mûsıkî verişindeki sihirli coğrafya tesirini ve kavmî dehâyı gösterir. Meselâ, aslı Lâtince olan cultûra kelimesinin Fransızcası kültür fakat İngilizcesi kalçır'dır. Kalçır, İngilizcedir. Tıpkı bunun gibi, final kelimesi Fransızca, fakat aynı şekilde yazılan ve aynı mânâda kullanılan faynıl, İngilizcedir.
Ve İngilizce'de böyle 90 000 kelime vardır.
*
Görülüyor ki dillerin kelimeleri değil fakat sesleri millîdir, her dilin kendi iç ve dış mûsıkîsi millîdir.
Türkiye'de bir türlü dikkat edilemeyen, büyük dil hakîkati budur. Hiçbir medeniyet dilinin bütün kelimeleri millî olamaz, fakat sesi mutlaka millî olur.
Bir de mîmârîsi millî olur.
Yani, kelimelerin yanyana gelmesinden doğan söz istifi, bu yanyana gelişlerin doğurduğu ifâde âbidesi millîdir. Kısaca, cümle yapısı millîdir. Meselâ Türkçe'de fâil + mef'uller + fiil [özne + tümleçler + yüklem] sıralanışındaki büyük mantık millîdir.
Devrik cümle millî değildir.
O kadar ki, Türk ancak telaşlandığı, dili dolaştığı, acele konuşmak zorunda kaldığı, kısaca şaşırdığı zaman devrik cümleyle söyler.
Zamânımızdaki devrik cümle bolluğu da böyle bir şaşkınlığın ifâdesidir.
*
Şimdi, diğer bir imparatorluk dili olan Türkçe'ye geliyorum.
Türk diline içeriden ve dışarıdan musallat olanların, gafletle veya kasıtla, görmek istemedikleri bir hakîkat de budur ki, Türkçe, daha Orta Asya'daki kuruluş asırlarında bile, özdil değil, bir imparatorluk dili'ydi.
Bir dilin doğuşunda, karakterinde, an'anesinde ve dehâsında, başka dillerden derlenmiş kelimeleri millîleştirme hayâtı ve kudreti varsa, artık o dili özdil yapmaya kalkmak, dili kendi tabîatinden ve dehâsından uzaklaştırmaktır ki bunu ancak cehâletin ve dalâletin elleri yapar.
Türk milleti, Asya kıt'asında, başka milletleri, bir devlet ve iktidar olarak, idare vazîfesini almıştı. Bu vazîfeyi şiddetle benimsemiş ve bütün ömrünce yapmıştı.
Türk dilini anlamak için, yalnız bu noktaya dikkat etmek kâfîdir.
Çünkü eski Türkler, bütün eski Türk kaynaklarında ısrarla belirtildiği gibi, yeryüzüne böyle bir vazîfe ile geldiklerine inanıyor ve bu vazîfeyi, kendilerine Tanrı'nın bir emri bilerek yapıyorlardı. Bir misal olarak, Dîvânü Lügaati't-Türk müellifi ve büyük dil âlimi Kâşgarlı Mahmud, bu mühim eserinde bu noktaya uğurlu parmak koyar; bu târihî hakîkati belirtmeye lüzum görerek der ki:
"Gördüm ki yüce Tanrı, devlet güneşini Türklerin burçlarından doğdurmuş. Onlara T ü r k a d ı n ı kendisi vermiş; onları y e r y ü z ü n ü n h a k a n ı kılmış ve cihan halkının d i z g i n l e r i n i onların ellerine bırakmış."
İşte Türkçe'yi anlayış, Türk târihine olduğu kadar, Türk diline de böyle cümlelerin ışığı altında bakabilmekle mümkündür. Türkçe'nin, dar, mahdud ve küçük millet dili olduğunu sanmak ve sandırmak değil, büyük millet dili olduğunu, böylece bilmek ve anlamak lâzımdır.
Kendilerini nizâm-ı âlem [dünyaya düzen verme] için yaratılmış bilen Türkler, Asya topraklarında, asırlarca tetik üzerinde beklemişlerdir. Geniş Asya coğrafyasında büyük ve insânî Türk iktidarına başkaldıracak bir hareket nerede ve ne kadar uzakta olursa olsun, bu hareketi, bugünkü gibi, uçaklarla veya diğer motorlu vâsıtalarla değil, atlarla yetişerek bastırmışlardır.
Atlarını besleyecek otlaklar bulabilmek için de yazları başka, kışları başka yerde geçirmişlerdir. At'ın Türk vicdânında, candan bir arkadaş, bir kardeş, hattâ "kardeşten de ileri" sayılması ve mukaddes sembol olması da bundandır. Ömürlerini nizâm-ı âleme vakfeden Türkler, bu atlarla vardıkları her ülkede, beğendikleri her kelimeyi Türkçe yapmış, fakat kendileri saraylar, ulu mâbedler, kütüphâneler, mekteplerle süslü, büyük şehirler kurup, buralarda engin ilim yapmaya, felsefe yapmaya, hattâ büyük bir edebiyat yapmaya vakit bulamamışlardır. Yine bunun içindir ki eski Türklerin en büyük edebiyâtı, asırlarca, şifahî [sözlü] bir destan edebiyatıdır.
Aynı mâcerâ, daha ilk asırlardan başlayarak, Türkçe'ye bir imparatorluk dili olma kaderi ve karakteri vermiştir.
*
Eski Türkçe'ye diğer çok doğru bir bakış da Ali Şîr Nevâî'nin bakışıdır. Nevâî, Türkçe'nin, bir fiiler ve mecâzlar lisânı olduğunu anlatır. Bir târih boyunca at üstünde yaşayarak, engin Asya bozkırlarını Gel! Git! Vur! Kır! Çık! İn! Koş! Dur! v.b. gibi tek heceli sadâlarla dolduran Türkler, devamlı bir fiil ve hareket hâlinde oldukları için, dillerinin hemen bütün fiilerini kendileri oluşturmuşlardır. Mâden adları gibi, zirâat işleri gibi, kahramanlık ve binicilik sâhaları gibi, kendi hayatlarının ve sanatlarının çok sayıda kelimelerini de yine kendileri bulmuş, fakat diğer hayat, eşyâ, îman ve tefekkür kelime ve kavramlarının mühim bir kısmını, kendilerine lâzım olduğu ölçüde, başka dillerden almışlardır.
Meselâ, en eski Türkçe'ye töre kelimesi, İbrânî'den, ev kelimesi Ârâmî dillerinden; bugün öztürkçe(!) zannedilen ve azîz Türkiye topraklarını Akşehir, Alaşehir, Yenişehir, Eskişehir, Beyşehir ve benzerleri gibi târihle ve şerefle dolduran illerimizdeki şehir kelimesi yerine kullanılmak istenen kend, kand kelimeleri, Soğd-Sanskrit dillerinden; acun kelimesi Soğdca'dan, Oğuz Kağan destanında rastladığımız sıra kelimesi Yunanca'dan, semâ mânâsındaki kök: gök kelimesi, hattâ kahraman mânâsındaki alp kelimesi Moğolca'dan girmiştir. Yine eski Türklerin, inanışa âit, çok sayıdaki dînî kelimeleri de Hind ve Çin gibi, dînin felsefesini yapan cenup [güney] ülkeleri dillerinden alınmıştır. Yine Oğuz Kağan destanında rastladığımız dost kelimesi, Türk diline Fârisî'den girmiştir. Eski Türkçe'de böyle kelimelerin sayısı çoktur. Bu çokluk, Türklüğün dünya tarihindeki gerçek yerini ve hizmetini tanıyanlar için, ayrı bir iftihar mevzûudur.
Bizim dilimize musallat olanların büyük gafleti, meselâ Sanskritçe-Türkçe, Çince-Türkçe, hattâ Moğolca-Türkçe sözlükler vücûda getirmeden ve böyle lügatlere aldırış etmeden, kısaca, eski Türkçe'nin, içinde yükseldiği, ortak Asya medeniyetleri dillerini kaale almadan, Türkçe üzerinde söz söylemeğe, hattâ ameliyat yapmağa kalkmalarıdır.
Türkçe'nin alaylı âlimleri, bu mevzûlarda o kadar gafil veya maksatlıdırlar ki, Türkçe'ye, daha çok Moğol istilâsından sonra ve târihte ilk defa zorla sokulmuş, birtakım geri kelime ve ekleri de Türkçe sanmış ve bunları Türkiye Türkçesinde diriltmeğe kalkmışlardır. Bugün devlet teşkilâtında kullanılan sayıştay, danıştay, yargıtay gibi kelimelerdeki ekler, böyle ekler ve böyle yanlışlardır. Bu kelimeler Türkçe değildir. Yine alaylı âlimlerce uydurulan görev, ödev, saylâv, söylev gibi kelimelerdeki ekler de böyledir. Bu kelimeler de Türkçe değildir.
Zamânımızda Türk dili, işte bu şaşkınlıkların perîşanlığı içindedir. Çünkü târihte büyük medeniyet kurmuş milletlerin Türkçe'de tamâmıyle millîleşmiş kelimelerini atıp, yine târihte Türk milletine en büyük fenâlığı yapan Moğollar gibi barbar bir kavmin kelimelerini, bu millete, Türkçe'dir diye kabul ettirmeğe kalkmak, daha başka kelimelerle de vasıflandırılabilirse de, şimdilik en hafif vasıf, bu şaşkınlıktır.
*
Hakîkat şudur ki Türk milleti gibi, asırlarca hattâ çağlarca dünya sathında konuşmuş büyük ve fâtih bir milletin dili özdil olamaz, imparatorluk dili olur.
Bir dilin imparatorluk dili olması ve yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda işlenip güzelleşmesi, o dile, bu engin vatan topraklarından yükselen, zengin ve üstün sesler kazandırır. O milletin dil mûsıkîsi de âlemşümûl bir mûsıkî üstünlüğüne yükselir. Türk dili üzerinde yürekten konuşabilmek için, önce bu mûsıkîyi, yani bu vatanın seslerini duyabilmek ve anlayabilmek lâzımdır.
Bu bakımdan Yahyâ Kemâl'in:
Çok insan anlayamaz eski mûsıkîmizden,
Ve ondan anlamayan, birşey anlamaz bizden.
söyleyişi, Türk mûsıkîsi kadar Türk dili için de doğrudur. Bu büyük şiirin devâmındaki,
Açar bir altın anahtarla rûh ufuklarını,
Hemen yayılmaya başlar sadâ ve nûr akını,
...............
Bu sazların duyulur her telinde sâde vatan,
Sihirli rüzgâr eser dâimâ bu topraktan
*
Meselâ yakın asırlara kadar, Lâtince'yi özdil sananlar vardı. Fakat dil, târih ve edebiyat târihi araştırmaları meydana koydu ki Lâtince özdil değildir. Bu lisânın kelimelerinin yüzde ellisi Yunanca'dan alınmıştır. Geri kalan kelimelerin de mühim bir kısmı, değişik ölçülerde, Lâtince'ye başka dillerden girmiştir.
Fakat her büyük dil gibi, Lâtince'nin de sesi ve mîmârîsi millîdir. Bu kadîm [eski] dilin o kadar sağlam ve yeni kelimelere kaynak olabilme kudretinde bir yapısı vardır ki bugün hâlâ Avrupa dilleri, istisnasız olarak, başta tıb, eczacılık, biyoloji, astroloji, fizik, kimya ilimleri olmak üzere, birçok ilimlerin ve birçok îcadların en yeni, modern terimlerini ve adlarını Lâtince köklerden yapmaktadırlar.
İkinci imparatorluk dili Arapça'dır. Arapça, kelime sayısı bakımından, en zengin dillerden biri, belki de birincisidir. Fakat bu dilde başka dillerden alınma kelimelerin sayısı büyük bir yekûn tutar. Arapça, başta İbrânî olmak üzere, Yunanca'dan, Lâtince'den, Sanskritçe ve Farsça'dan ve daha birçok dillerden kelime almış, büyük dildir. Araplar, başka dillerden Arapçalaşmış kelimelere mu'arreb derler, fakat bu kelimelere, hangi dilden gelirse gelsin, kendi dillerinin damgasını vurmakta büyük ustalık gösterirler.
Arapça'da, Arap coğrafyasından doğma bir âhenk sistemi olan arûz veznindeki tef'ilelerin de esâsını teşkil eden fe, ayın, lâm harflerinin diğer harflerle ve kısa uzun seslerle birleşmelerinden meydana gelmiş bâbları; birtakım ses ve kelime kalıpları, hattâ bir nevî mânâ kalıpları vardır. Yabancı kelimeler bu seslere ve bu kalıplara dökülünce; döküldüğü kabın şeklini alan su gibi, Arap dilinin âhengine ve şekillerine bürünürler; bu kalıplara göre mânâlar alır ve Arapça olurlar.
Arapça'nın, Yunanca'dan alınma philosophia ve philosophos kelimelerinden felsefe ve feylesof gibi, tefelsüf ve felâsefe gibi; yine Yunanca sophia kelimesinden, sûfî, tasavvuf, mutasavvıf gibi kelimeler yapması böyledir. Fârisî'den alınan endâze kelimesinin Arap dili bünyesinde hendese âhengine girmesi ve bundan meselâ hendesî, mühendis gibi, Türkçe'ye de girmiş kelimeler doğması, böyle bir hâdisedir.
Arapça'nın, daha Milâdın VII. asrında Kur'an lisânı gibi muhteşem bir ifâde kudretine ve yüksek müzikaliteye sahip, ilâhî bir dil olması; başka dillerden alabildiğine faydalanmış, fakat aldığı her kelimeyi, ebekuşağı altından geçirmişçesine, Arapça'nın gramerine ve fonetiğine adapte ederek Arapçalaştırmış olmasının tabîî zaferlerindendir.
İslâm medeniyeti, bu dili geliştiren ve medeniyetin gelişmesinde dilinin zenginliğinden ve güzelliğinden şiddetle istifâde eden bir millet tarafından kurulmuştur. Aynı millet, kısa zamanda büyük bir imparatorluk vücûda getirilişini, birçok da, dilinin daha ilk anda bir imparatorluk lisânı olmaya şiddetle elverişli fonetik ve morfolojik imkânlarına borçludur.
*
Üçüncü imparatorluk dili İngilizce'dir. İngilizce, daha modern bir lisan olarak, imparatorluk dili olmanın bütün hazzını ve gururunu yudum yudum tadabilmiş lisandır. İngilizlerin: "Bahtiyardır o İngilizce ki onda her dilden kelime vardır" deyişlerindeki müstesnâ ilerilik, bu şuurlu imparatorluk dili anlayışının bir ifâdesidir. Bu, o demektir ki: İngiliz dili, şu son asırlarda, dünyanın beş kıtası üzerinde lisânî bir hâkimiyet kurmuştur; bu dili meydana getiren millet, o beş kıt'aya söz geçirmiş, bu arada kıt'aların beşinden de kelime derleyerek, insanlık târihine dünyanın en zengin, en renkli ve en medenî dillerinden birini kazandırmıştır.
Daha birkaç yıl evvel, Uzak Doğu, Kore ve Japon dillerinden İngilizce'ye yeniden binlerce kelime alınması ve bu kelimelere, İngiliz tâbiiyyetine kabullerinin nüfus kâğıdı verilmesi, aynı ileri anlayışın yepyeni bir tecellîsidir.
İngilizce de, tıpkı Arapça gibi, başka dillerden aldığı kelimeleri, hususî bir söyleyişle, yani bu kelimelere İngilizce'nin sesini vererek millîleştirir.
Bu dilde, bugün, hâlâ yüzde yetmişbeş nisbetinde Lâtince ve Fransızca kelime vardır. Fakat bu kelimelerde öyle bir ses değişikliği yapılmış ve kelimeler öylesine İngilizce olmuştur ki, bunlar, bir milletin kelimelere millî bir mûsıkî verişindeki sihirli coğrafya tesirini ve kavmî dehâyı gösterir. Meselâ, aslı Lâtince olan cultûra kelimesinin Fransızcası kültür fakat İngilizcesi kalçır'dır. Kalçır, İngilizcedir. Tıpkı bunun gibi, final kelimesi Fransızca, fakat aynı şekilde yazılan ve aynı mânâda kullanılan faynıl, İngilizcedir.
Ve İngilizce'de böyle 90 000 kelime vardır.
*
Görülüyor ki dillerin kelimeleri değil fakat sesleri millîdir, her dilin kendi iç ve dış mûsıkîsi millîdir.
Türkiye'de bir türlü dikkat edilemeyen, büyük dil hakîkati budur. Hiçbir medeniyet dilinin bütün kelimeleri millî olamaz, fakat sesi mutlaka millî olur.
Bir de mîmârîsi millî olur.
Yani, kelimelerin yanyana gelmesinden doğan söz istifi, bu yanyana gelişlerin doğurduğu ifâde âbidesi millîdir. Kısaca, cümle yapısı millîdir. Meselâ Türkçe'de fâil + mef'uller + fiil [özne + tümleçler + yüklem] sıralanışındaki büyük mantık millîdir.
Devrik cümle millî değildir.
O kadar ki, Türk ancak telaşlandığı, dili dolaştığı, acele konuşmak zorunda kaldığı, kısaca şaşırdığı zaman devrik cümleyle söyler.
Zamânımızdaki devrik cümle bolluğu da böyle bir şaşkınlığın ifâdesidir.
*
Şimdi, diğer bir imparatorluk dili olan Türkçe'ye geliyorum.
Türk diline içeriden ve dışarıdan musallat olanların, gafletle veya kasıtla, görmek istemedikleri bir hakîkat de budur ki, Türkçe, daha Orta Asya'daki kuruluş asırlarında bile, özdil değil, bir imparatorluk dili'ydi.
Bir dilin doğuşunda, karakterinde, an'anesinde ve dehâsında, başka dillerden derlenmiş kelimeleri millîleştirme hayâtı ve kudreti varsa, artık o dili özdil yapmaya kalkmak, dili kendi tabîatinden ve dehâsından uzaklaştırmaktır ki bunu ancak cehâletin ve dalâletin elleri yapar.
Türk milleti, Asya kıt'asında, başka milletleri, bir devlet ve iktidar olarak, idare vazîfesini almıştı. Bu vazîfeyi şiddetle benimsemiş ve bütün ömrünce yapmıştı.
Türk dilini anlamak için, yalnız bu noktaya dikkat etmek kâfîdir.
Çünkü eski Türkler, bütün eski Türk kaynaklarında ısrarla belirtildiği gibi, yeryüzüne böyle bir vazîfe ile geldiklerine inanıyor ve bu vazîfeyi, kendilerine Tanrı'nın bir emri bilerek yapıyorlardı. Bir misal olarak, Dîvânü Lügaati't-Türk müellifi ve büyük dil âlimi Kâşgarlı Mahmud, bu mühim eserinde bu noktaya uğurlu parmak koyar; bu târihî hakîkati belirtmeye lüzum görerek der ki:
"Gördüm ki yüce Tanrı, devlet güneşini Türklerin burçlarından doğdurmuş. Onlara T ü r k a d ı n ı kendisi vermiş; onları y e r y ü z ü n ü n h a k a n ı kılmış ve cihan halkının d i z g i n l e r i n i onların ellerine bırakmış."
İşte Türkçe'yi anlayış, Türk târihine olduğu kadar, Türk diline de böyle cümlelerin ışığı altında bakabilmekle mümkündür. Türkçe'nin, dar, mahdud ve küçük millet dili olduğunu sanmak ve sandırmak değil, büyük millet dili olduğunu, böylece bilmek ve anlamak lâzımdır.
Kendilerini nizâm-ı âlem [dünyaya düzen verme] için yaratılmış bilen Türkler, Asya topraklarında, asırlarca tetik üzerinde beklemişlerdir. Geniş Asya coğrafyasında büyük ve insânî Türk iktidarına başkaldıracak bir hareket nerede ve ne kadar uzakta olursa olsun, bu hareketi, bugünkü gibi, uçaklarla veya diğer motorlu vâsıtalarla değil, atlarla yetişerek bastırmışlardır.
Atlarını besleyecek otlaklar bulabilmek için de yazları başka, kışları başka yerde geçirmişlerdir. At'ın Türk vicdânında, candan bir arkadaş, bir kardeş, hattâ "kardeşten de ileri" sayılması ve mukaddes sembol olması da bundandır. Ömürlerini nizâm-ı âleme vakfeden Türkler, bu atlarla vardıkları her ülkede, beğendikleri her kelimeyi Türkçe yapmış, fakat kendileri saraylar, ulu mâbedler, kütüphâneler, mekteplerle süslü, büyük şehirler kurup, buralarda engin ilim yapmaya, felsefe yapmaya, hattâ büyük bir edebiyat yapmaya vakit bulamamışlardır. Yine bunun içindir ki eski Türklerin en büyük edebiyâtı, asırlarca, şifahî [sözlü] bir destan edebiyatıdır.
Aynı mâcerâ, daha ilk asırlardan başlayarak, Türkçe'ye bir imparatorluk dili olma kaderi ve karakteri vermiştir.
*
Eski Türkçe'ye diğer çok doğru bir bakış da Ali Şîr Nevâî'nin bakışıdır. Nevâî, Türkçe'nin, bir fiiler ve mecâzlar lisânı olduğunu anlatır. Bir târih boyunca at üstünde yaşayarak, engin Asya bozkırlarını Gel! Git! Vur! Kır! Çık! İn! Koş! Dur! v.b. gibi tek heceli sadâlarla dolduran Türkler, devamlı bir fiil ve hareket hâlinde oldukları için, dillerinin hemen bütün fiilerini kendileri oluşturmuşlardır. Mâden adları gibi, zirâat işleri gibi, kahramanlık ve binicilik sâhaları gibi, kendi hayatlarının ve sanatlarının çok sayıda kelimelerini de yine kendileri bulmuş, fakat diğer hayat, eşyâ, îman ve tefekkür kelime ve kavramlarının mühim bir kısmını, kendilerine lâzım olduğu ölçüde, başka dillerden almışlardır.
Meselâ, en eski Türkçe'ye töre kelimesi, İbrânî'den, ev kelimesi Ârâmî dillerinden; bugün öztürkçe(!) zannedilen ve azîz Türkiye topraklarını Akşehir, Alaşehir, Yenişehir, Eskişehir, Beyşehir ve benzerleri gibi târihle ve şerefle dolduran illerimizdeki şehir kelimesi yerine kullanılmak istenen kend, kand kelimeleri, Soğd-Sanskrit dillerinden; acun kelimesi Soğdca'dan, Oğuz Kağan destanında rastladığımız sıra kelimesi Yunanca'dan, semâ mânâsındaki kök: gök kelimesi, hattâ kahraman mânâsındaki alp kelimesi Moğolca'dan girmiştir. Yine eski Türklerin, inanışa âit, çok sayıdaki dînî kelimeleri de Hind ve Çin gibi, dînin felsefesini yapan cenup [güney] ülkeleri dillerinden alınmıştır. Yine Oğuz Kağan destanında rastladığımız dost kelimesi, Türk diline Fârisî'den girmiştir. Eski Türkçe'de böyle kelimelerin sayısı çoktur. Bu çokluk, Türklüğün dünya tarihindeki gerçek yerini ve hizmetini tanıyanlar için, ayrı bir iftihar mevzûudur.
Bizim dilimize musallat olanların büyük gafleti, meselâ Sanskritçe-Türkçe, Çince-Türkçe, hattâ Moğolca-Türkçe sözlükler vücûda getirmeden ve böyle lügatlere aldırış etmeden, kısaca, eski Türkçe'nin, içinde yükseldiği, ortak Asya medeniyetleri dillerini kaale almadan, Türkçe üzerinde söz söylemeğe, hattâ ameliyat yapmağa kalkmalarıdır.
Türkçe'nin alaylı âlimleri, bu mevzûlarda o kadar gafil veya maksatlıdırlar ki, Türkçe'ye, daha çok Moğol istilâsından sonra ve târihte ilk defa zorla sokulmuş, birtakım geri kelime ve ekleri de Türkçe sanmış ve bunları Türkiye Türkçesinde diriltmeğe kalkmışlardır. Bugün devlet teşkilâtında kullanılan sayıştay, danıştay, yargıtay gibi kelimelerdeki ekler, böyle ekler ve böyle yanlışlardır. Bu kelimeler Türkçe değildir. Yine alaylı âlimlerce uydurulan görev, ödev, saylâv, söylev gibi kelimelerdeki ekler de böyledir. Bu kelimeler de Türkçe değildir.
Zamânımızda Türk dili, işte bu şaşkınlıkların perîşanlığı içindedir. Çünkü târihte büyük medeniyet kurmuş milletlerin Türkçe'de tamâmıyle millîleşmiş kelimelerini atıp, yine târihte Türk milletine en büyük fenâlığı yapan Moğollar gibi barbar bir kavmin kelimelerini, bu millete, Türkçe'dir diye kabul ettirmeğe kalkmak, daha başka kelimelerle de vasıflandırılabilirse de, şimdilik en hafif vasıf, bu şaşkınlıktır.
*
Hakîkat şudur ki Türk milleti gibi, asırlarca hattâ çağlarca dünya sathında konuşmuş büyük ve fâtih bir milletin dili özdil olamaz, imparatorluk dili olur.
Bir dilin imparatorluk dili olması ve yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda işlenip güzelleşmesi, o dile, bu engin vatan topraklarından yükselen, zengin ve üstün sesler kazandırır. O milletin dil mûsıkîsi de âlemşümûl bir mûsıkî üstünlüğüne yükselir. Türk dili üzerinde yürekten konuşabilmek için, önce bu mûsıkîyi, yani bu vatanın seslerini duyabilmek ve anlayabilmek lâzımdır.
Bu bakımdan Yahyâ Kemâl'in:
Çok insan anlayamaz eski mûsıkîmizden,
Ve ondan anlamayan, birşey anlamaz bizden.
söyleyişi, Türk mûsıkîsi kadar Türk dili için de doğrudur. Bu büyük şiirin devâmındaki,
Açar bir altın anahtarla rûh ufuklarını,
Hemen yayılmaya başlar sadâ ve nûr akını,
...............
Bu sazların duyulur her telinde sâde vatan,
Sihirli rüzgâr eser dâimâ bu topraktan
*
boewulfs- e-GENC YONETiM
-
Mesaj Sayısı : 730
Yaş : 31
ŞEHİR : bursa
HOBİLER : futbol pc
Kayıt tarihi : 17/04/09
e-GENC :: DERSLER :: TÜRKÇE-EDEBİYAT
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:39 am tarafından GNCTRK
» Başlat > Çalıştır' da çalıştırabileceğiniz programların listesi
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:37 am tarafından GNCTRK
» CEP TELEFONU VE GİZLİ KODLAR
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:36 am tarafından GNCTRK
» CEP TELEFONLARINDA ATERİ OYUNLARI OYNAMAK !
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:35 am tarafından GNCTRK
» AKRABALARINIZI BULUN
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:34 am tarafından GNCTRK
» TCP İP KOMUTLARI
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:32 am tarafından GNCTRK
» IE HATA VERİNCE TÜM PENCERELER KAPANMASIN
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:30 am tarafından GNCTRK
» RESİMLERE YAZI YAZIN
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:28 am tarafından GNCTRK
» CDRW'LAR HAKKINDA GENEL BİLGİLER
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:27 am tarafından GNCTRK
» BELLEKTE SAKLANAN DLL'LERİN SİLİNMESİ
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:25 am tarafından GNCTRK
» KISAYOLLARDAKİ OK'LARI KALDIRMAK
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:24 am tarafından GNCTRK
» GÜVENLİK KAMERALARI İLE ÜLKELERİ GEZİN
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:23 am tarafından GNCTRK
» ONLINE FOOTBALL MANAGER 2009
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:22 am tarafından GNCTRK
» KLAYVEDE OLMAYAN KARAKTERLER
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:20 am tarafından GNCTRK
» Borland C/C++ 5.5 Derleyicisi Kurulumu
Çarş. Mayıs 20, 2009 11:05 am tarafından GNCTRK
» Varlık Felsefesi
Çarş. Mayıs 20, 2009 10:33 am tarafından GNCTRK
» SİYASET FELSEFESİ
Çarş. Mayıs 20, 2009 10:32 am tarafından GNCTRK
» AHLAK FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI
Çarş. Mayıs 20, 2009 10:30 am tarafından GNCTRK
» Entüisyonizm / Felsefi Görüşler
Çarş. Mayıs 20, 2009 10:29 am tarafından GNCTRK
» Fatalizm / Felsefi Görüşler
Çarş. Mayıs 20, 2009 10:28 am tarafından GNCTRK
» Feminizm / Felsefi Görüşler
Çarş. Mayıs 20, 2009 10:27 am tarafından GNCTRK
» İdealizm / Felsefi Görüşler
Çarş. Mayıs 20, 2009 10:26 am tarafından GNCTRK
» Postmodernizm / Felsefi Görüşler
Çarş. Mayıs 20, 2009 10:25 am tarafından GNCTRK
» Pozitivizm / Felsefi Görüşler
Çarş. Mayıs 20, 2009 10:23 am tarafından GNCTRK
» Pragmatizm (Uygulayıcılık) / Felsefi Görüşler
Çarş. Mayıs 20, 2009 10:22 am tarafından GNCTRK